Sadece Gerçek logo

Mankurt nedir? Mankurtlaşma ve Mankurtlaştırma nedir?

Mankurt nedir? Mankurtlaşma ve Mankurtlaştırma nedir?

Mankurt Nedir?

Türk dünyasının en büyük yazarlarından biri olan ve eserleri yüzlerce dile çevrilip milyonlarca kişi tarafından okunduğu hâlde hâlâ Nobel ödülü alamayan bir Kırgızistan Türkü‘nün, yani Cengiz Aytmatov‘un 1980 yılında yazmış olduğu “Gün Uzar Yüzyıl Olur” (Gün Olur Asra Bedel) adlı romanında yer verdiği bir Kırgız efsanesinde “mankurt” sözcüğü ve “mankurtlaştırmak” deyimi geçmektedir. Yirminci yüzyılın en büyük romancılarından biri olan Cengiz Aytmatov tarafından bütün dünya dillerine ve edebiyatına olduğu gibi dilimize ve edebiyatımıza da kazandırılan bu sözcük ve deyimin bir öyküsü vardır.


Bizde “Avarlar“, Avrupa’da ise “Juan-Juan” olarak bilinen ve Kırgızistan Türkleri’nin baş düşmanı olan acımasız bir topluluk vardır. (1) Bu topluluktaki insanlar, çevrelerindeki büyük küçük topluluklara, fırsat buldukları zaman saldırırlar, onların yerleşim yerlerini yakıp yıkarlar, insanları öldürdükten sonra çevrede ne varsa yağmalarlar ve bazı kişileri de tutsak ederlermiş. Tutsak ettikleri kişileri kendi bölgelerine götürüp incelerlermiş. Güçlü ve dayanıklı olanları (2), “mankurtlaştırmak” için ayırırlarmış. Geri kalan güçsüzleri ise başka yerlere satmaya çalışırlarmış. Satılanlar bir bakıma şanslı sayılırlarmış; çünkü onlar belki bir gün götürüldükleri yerlerden kaçıp yurtlarına dönebileceklerdir. Fakat geride kalanlar, mankurtlaştırılarak sonsuza dek köle olarak yaşayacaklardır.


Mankurtlaştırılacak kişiler belirlendikten sonra bu kişinin önce diri diri kafa derisini yüzer, daha sonra da tek kıl kalmayacak biçimde bütün saçlarını yolarlarmış. Kişinin kafasını tamamen temizledikten sonra bir deve kesilir ve bu devenin boyun tarafından (3) alınacak bir deriyi, sıcak sıcak genç tutsağın kafasına geçirirlermiş. Zaten kafa derisi yüzülürken kafası kan içinde kalan tutsağın başına geçirilen deve derisi, hemen tutarmış kafatasını. Tıpkı bugün yüzücülerin saçları ıslanmasın diye taktıkları kauçuk başlıklara benzermiş bu. Kafatası deve derisiyle tamamen kaplandıktan sonra, hem daha çabuk kurusun hem de tutsağın çığlıkları duyulmasın diye tutsak bir çöle götürülürmüş. Kafasını yere sürüp deriyi çıkartmaması için de, tutsağın boyun kısmına kütüğe benzer bir şey geçirir, ellerini ayaklarını bağlar ve onu yere eğilemeyecek biçimde bir ağaçla sabitlerlermiş.

Mankurtlaştırma


Normalde tutsağın yakınları onu kurtarmak için bazen yola koyulurmuş; fakat kaçırılan yakının “mankurt” olacağını / olduğunu duyunca artık onu aramazlarmış. Çünkü mankurtlaştırılan birinin artık anne babasına bile bir hayrının olmayacağını biliyorlarmış. Fakat yine de tutsakların kaçırılma olasılığına karşı, onların yanına bir iki tane gözcü dikilirmiş. Neyse, tutsak günlerce kızgın güneşin altında beklediği için, deri kafasında kurumaya başlar, kurudukça büzülür, büzüldükçe de kafatasını aynen mengene ile sıkar gibi gerermiş. Bunun yanı sıra kökünden kazınan saçlar yeniden çıkmaya başlayınca, kafada kuruyan deriye çarpıp geri döner ve böylece kıllar üste doğru çıkamayınca alta doğru iner, beyne saplanmaya başlarmış. Hem kafatasının gerilmesi hem de kılların beyne batması tutsağa anlatılması çok güç bir acı yaşatırmış. Eğer tutsak çok güçlü ve dayanıklı değilse acıya dayanamayarak ölürmüş. Hatta mankurtlaştırılmak için çöle bırakılan beş tutsaktan en az biri ölmezse, bunları kaçıranlar kendilerini şanslı görüyorlarmış.

Tutsak, eğer yaşamayı başarabilirse hem çektiği acılar hem de kılların beyne batması nedeniyle bilincini (hafızasını / şuurunu) kaybedermiş. Juan-juan‘lar onu çölden alıp getirir, boynundaki kalıbı çıkarır ve ona yemek verirlermiş. Annesini, babasını, boyunu, doğduğu yeri, adını… unutan tutsak, artık kendisini karnını doyurmaya çalışan bir varlık olarak görmeye başlarmış. Tutsağın sahibi olarak gördüğü kişi, ona sıkça yemek verip onu kendine bağlarmış. Artık bir “mankurt” olan bu kişi, sahibinin sözünden çıkamayacak sadık bir “köpek“ten veya emirleri eksiksiz yerine getirecek bir “robot“tan farksızdır. Sahibi ne kadar zorlu, sıkıntı verici işler yapması için ona emir verse de, o onları yapmaktan çekinmezmiş.

O dönemde mankurtlar, normal kölelerden daha değerliymiş. Bir mankurt, güçlü ve dayanıklı on tutsakla eş değermiş. Hatta bir olay sonucunda bir mankurt öldürülürse bunun için ödenecek bedel, hür bir kişinin ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş. Çünkü “Sarı-Özek“in kavurucu çöllerindeki sıcaklara, o çölde deve gütmek için günlerce sıcağa dayanabilmeye ancak bir mankurt dayanabilirmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyeceğini ve suyunu; donmaması için de üzerine yırtık pırtık birkaç parça giysi verince, başta kavurucu çöllerde deve gütmek olmak üzere bütün işleri çekinmeden yaparlarmış. İşte bunun için o dönemde bu vahşice eziyetler, sıkça görülürmüş.

Mankurtlaştırma ile ilgili “Nayman Ana” adında bir kadının çocuğunu mankurt olmaktan kurtarması için yaptığı mücadelenin anlatıldığı bir söylence (efsane) de vardır. Bu söylenceye göre; Nayman Ana‘nın oğlu Juan-Juan’lar tarafından kaçırılmıştır. Nayman Ana, yetişkin oğlunu mankurt olmaktan kurtarabilmek için -diğer birçok annenin aksine- çocuğunun peşine düşmüştür. Araya taraya oğlunu Juan-Juan’ların develerini gütmekle görevlendirdikleri bir yerde bulmuş ve gizlice oğlunun yanına kadar sokularak onun karşısına çıkmıştır. Fakat oğlunu bulduğunda, o çoktan “mankurt” olmuştur. Annesi oğluna her ne kadar kendi adını, babasının adını falan söylemişse de, artık her şey için geçtir. Çünkü oğlu, artık eskiye dair her şeyi unutmuş bir mankurttur. Annesi bunu bildiği hâlde bıkmadan, usanmadan oğluna her fırsatta “Senin atan (baban) Dönenbay‘dır. Sen Dönenbay‘ın oğlusun.” demiştir.

Bir gün oğlunun efendisi sayılan Juan-Juanlar, bu durumdan kuşkulanmış ve köleye karşısına çıkacak her kim olursa olsun, onu oklayıp öldürmesini emretmişlerdir. Annesi yine oğlunun yanına gelip “Senin atan Dönenbay…” demek isteyince, köle hiç duraksamadan okunu çekip annesinin göğsüne saplamıştır. Söylenenlere göre zavallı Nayman Ana‘nın ruhu, bir kuş olup havalanmış ve oğlunun başının üstünde dönmeye başlamıştır. Havada dönerken bile oğluna “Senin atan Dönenbay, senin atan Dönenbay, senin atan…” diye seslenip durmuştur. Hatta bu olaydan ötürü, o kuşun adına “dönenbay kuşu“ demişlerdir.

Geçen yıl “Hazar Şiir Akşamları” etkinliği için Elazığ’a gelen, benim de yakından görüp beraber fotoğraf çekilebilme şansı bulduğum büyük Türk Cengiz Aytmatov, romanında işlediği bu söylenceyle (efsaneyle), Sovyetler döneminde “komünist” düşüncenin dogmalar hâlinde Türkler’in beynine sokma çalışmalarını vurgulamak istemiştir. Gerçekten bugün de bolca örneğine rastladığımız “mankurtlar“, ulus bilincinden uzaklaştırılmış birer “köle” durumuna sokulmuş durumdadırlar. Bilmedikleri bir amaç uğrunda, sırf “karınlarını doyurmak” için mankurtlaştırılmış binlerce insan, tanımadıkları varlıkların “köleliğini” yapıyorlar. İşte mankurtluğun en acı tarafı da burada ki, bu bilinçsiz insanlar ne durumda olduklarını bile bilmiyorlar.


Kuşkusuz Aytmatov Ata, romanında yer verdiği bu söylence ile, sadece geçmiş dönemdeki olaylara değil; günümüzdeki olaylara da ışık tutmak istemiştir. Bugün Juan-Juanlar (Avarlar) gibi başka toplumlardan iş görür insanları kaçırıp mankurtlaştıran devletler yok mu dersiniz?


Yavuz Tanyeri

Mankurt Efsanesi ve Televizyon

Mankurt Efsanesi tarihin derinliklerinde Türk kavimlerine uygulanan bir işkence ve asimilasyon şekli olarak bilinmektedir. Bu efsaneye göre kafasına ıslak koyun derisi geçirilen kişi, güneşin altında günlerce bekletilmekte, ıslak deri yavaş yavaş kurumakta ve kişinin kafasına müthiş bir basınç yapmaktadır. Güneşin altında kafası gittikçe sıkılan kişi, yapılan işkencenin dayanılmaz tesiriyle kendisini, geçmişini, ideallerini ve şahsiyetini şekillendiren birçok değeri kaybetmektedir. Bu şekilde mankurtlaşanlar, şuuru kaybolmuş, yönlendirilmeye açık, kendi geçmişine ve benliğine hissiz, duygulardan yoksunlaşmış, sahibine şartsız olarak bağlı birer robot haline gelmektedir.

Mankurt Efsanesi ve Televizyon

Mankurt haline getirilenlerin maruz kaldığı değişme ile, televizyon kıskacındaki kişilerin yaşadığı değişme arasında büyük benzerlik vardır. televizyon karşısındakilerde, belki koyun derisinin yaptığı ağrı ve işkence hali yoktur; ama bu iki hadise karşısındaki değişme tarzı benzerdir. Televizyon karşısında saatlerce savunmasız bir şekilde kalan kişiler, gördüklerinin tesiri altında kalmakta, hayat ve olaylara televiz’yonun istediği gibi bakmakta, ekranda gördüklerini model alarak giyinmekte, buna göre eğlenmekte ve yaşamaktadır.

Sistemli değişme ve zamana yayarak değişme önemli kavramlardır. Bugün gelinen durum çok kısa zamanda olsaydı, herkes değiştiğini fark edebilecekti. Ancak değişmenin zamanla ve yavaş yavaş olması, kişinin değiştiğini fark etmemesi sonucunu getirmektedir. Tv’nin yıllar içinde yaptığı değişme şahsın şuuraltı ile birlikte değişmesi ve bu şuuraltı değişmenin kişi-nin günlük davranışlarına aksetmesini doğurmaktadır. Tv’nin insana tesirini şu örnek ile daha iyi açıklayabiliriz. Elinize beyaz bir kâğıt alın ve üzerine her gün bir nokta koyun. Bir yıl sonra o kâğıt simsiyah olacaktır. Başka bir örnek verecek olursak; yurdundan ve içinde yetiştiği toplumdan uzakta yaşayan kişiler, zamanla içinde yaşamayı sürdürdükleri yeni toplumun değer ve normlarına maruz kalarak, farkında olmadan değişirler. Değişmeler yavaş olmaktadır. Televizyon seyircisinin de şuuraltı zamanla değişir ve bu değişme günlük konuşmalara, davranışlara, ideal ve düşüncelere aksederek, kişiler âdeta mankurtlaşırlar.

Devletler, kültürlerini yaymayı ve asimilasyonu bugün, belki tank ve top ile gerçekleştirmiyorlar; ama bunu tv ile sistemli bir şekilde ve yavaş yavaş yapıyorlar. “Globalleşme” sloganıyla artık tek tip konuşan, tek tip giyinen, tek tip yiyen, tek tip yaşayan, sun’î ve sığ idealleri olan, sadece maddiyata kilitlenmiş kitleler oluşmaktadır. Çünkü tv’lerde çocukluktan itibaren uygulanan değişim programı sonucu; kişiye daha iyi hayat, daha çok para, daha çok konfor, var olmak için yok etmek, her hâdiseden cinsî mevzulara girizgâhlar, menfaat için aldatma, bencillik ve israf gibi insanı değersizleştiren mesajların binlercesi verilmektedir. Artık, evin kızı bir mankeni model almakta, delikanlısı sevdiği bir sanatçı gibi giyinmekte, küçük çocuğu ise; tesirinde kaldığı filmin çocuk kahramanı gibi konuşmakta ve davranmaktadır. Katliamlar, özgürlük için savaş; haksızlıklar, adalet; yanlışlıklar, doğru gibi aktarılabilmektedir. Dolayısıyla toplumlar değerlerinden zamanla uzaklaşmakta, yabancı kültür gittikçe yaygınlaşmaktadır. Mankurtlaşan insanların, değerlerine yapılan saldırılara hissiz kalması gibi, tv karşısında erozyona mâruz kalan insanlar da, giderek bazı olaylara duyarsızlaşmakta ve birer “teknolojik mankurt” haline gelmektedir. Bu şekilde kendine göre farklı kültürel kimlik taşıyan, ama kişiliği olmayan içi boşaltılmış topluluklar, hemen her ülkede boy göstermektedir.

Hiroşima ve Nagasaki’de atom bombasının kısa vadedeki tesirine karşılık tv’nin kısa vadedeki tesiri, bir günde binlerce insanın ölümü değil, milyonlarca insanın yavaş yavaş ölmesidir. Tv’nin tesiri daha çok orta ve uzun vadede görülür. Orta vadede mânevî köklerinden kopuk ve kıymet hükümleri olmayan çocuklar yetişirken, uzun vadede fertlerin tek tek değişmesi neticesinde, bütün bir toplum ve kültürün yozlaşması gerçekleşir.

Günümüzün çaresiz ailesi, kendini bu tehlikeden nasıl koruyacak? Bu sorunun cevabı oldukça önemlidir. Bu konuda en güzel cevap alternatif malzemeler ve metotlar oluşturarak tv’ye olan ihtiyacı azaltmak olacaktır. Şu an için bir muhasebe yapalım: En son ne zaman bütün aile bir arada gezinti yapabildik? En son, çocuklarımız ile ne zaman ve ne kadar süre oyun oynadık? En son hangi akrabamızı ziyaret ettik? Ailemiz ile birlikte en son ne zaman kitap okuduk? Acaba tv’ye ayrılan vaktin kaçta kaçını çocuklarımız ve ailemiz için ayırıyoruz? Günlük tv seyrettiğimiz süre içinde kitap okusak, şu an kaç kitap okumuş olurduk? Bu soruları çoğaltmak mümkündür. Bu sorulara açık yüreklilikle cevap verdiğimizde, tv’nin hayatımızdaki yeri daha iyi anlaşılacaktır.

Tv’nin zararları çok fazla olmakla birlikte, bazılarını sıralayalım:


1- Şiddet görüntüleriyle şiddet uygulamaya meyelan hasıl etme,
2- Gayri ahlâkî görüntülerin çocuğa ve aileye menfî tesirleri,
3- Seviyesiz eğlence kültürünün özendirilmesi,
4- Oluşturulan modellerdeki kişiler arası münasebetlerin sığ ve menfaat kaynaklı olması,
5- Kültürel değerlerin yozlaş-tırılması ve başka kültürlerin özendirilmesi,
6- Aile fertlerinin birbirleriyle olan münasebetini azaltması ve yalnızlığa sebep olması,
7- Mühim hâdiselere karşı sistemli bir hissizleşme,
8- Korku kültürünün yaygın-laştırılması ve bundan menfaat elde etme,
9- İnsanları çaresizliğe ve karamsarlığa iten konuların reyting malzemesi yapılması,
10- Çalışarak kazanma yerine, çalışmadan köşeyi dön anlayışının yerleştirilmesi,
11- Tüketim ve kazanç uğruna her türlü değerin çiğnenmesi,
12- İnsanlara yalancı cennetler oluşturularak, gerçeklerden koparılması.

Buna benzer daha birçok zararlı tesiri saymak mümkündür. Kişinin; şiddet ve gayri ahlâkî sahnelerin, sigaraya ve alkole özendirici, doğruluğu enayilik olarak tasvir eden görüntülerin tesiri altında kalmadığını söylemesi, kendini kandırmasından başka bir şey değildir. 


Tv hakkındaki bu kadar aleyhteki ifadelerden sonra bu âlete düşman olma veya bu teknolojiyi toptan reddetme gibi bir durumun anlaşılmaması için, bu âletin hayırda ve insanı yüceltme yolunda da kullanılabileceğini söylememiz gerekir. Ancak bu yol daha zordur. Zaten bütün tahripler, yakıp yıkmalar, bozmalar hep kolay olmuştur. Faydalı, iyi, güzel ve hayırlı işler ise, muhakkak zor olacaktır. Kâinat kitabından tefekkür tabloları, tabiattan insanı düşündüren ve güzel mesajlar sunan belgeseller, tarihimizden ders çıkarılacak ve gençlerimizi eğitme maksadıyla hazırlanmış filmler, çocuklarımıza insan ve vatan sevgisini, çevre koruma hassasiyetini, güzel ahlâkı, mânevî ve millî değerlerimizi tanıtma adına hazırlanmış çizgi filmler sunma, tabii ki, zor, masraflı ve vakit alıcı işlerdir. Ancak nesillerimizin mankurtlaşmasını engellemek, onları tv’nin zararlı tesirlerinden kurtarmak ve kendi öz değerlerimize sahip çıkmak istiyorsak, bu âletin iyi yönde ve şuurlu kullanılması için de gayret bizlere düşmektedir.

Hitman ve Mankurtlaştırma

”Hitman” karakteri oluşturulurken bu mankurt efsanesinden esinlenilmiştir. Hitman’de de annesini, babasını tanımayan ve kimsesiz olarak yetiştirilen seri katiller görülür ve hepsinin ensesinde barkod numaraları vardır. Bu barkodlar onların ismidir. Başka isimleri yoktur. Emir aldıkları yer tektir ve profesyonel seri katillerdir. Bu da ”Sadece Gerçek ” olarak bizden size ek bilgi olsun.  

Hitman ve Mankurtlaştırma


Dipnotlar:

1. Avarlar’ın Türk olup olmadıkları konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bilimsel araştırmalar, Avarlar’ın iki farklı kavimden oluştuğunu ortaya koymuştur. Bu kavimlerden birisi de Türk‘tür. Fakat burada bahsi geçen ve Kırgızlar’a sıkıntı veren topluluğun Türk olması olanaksız gibidir.

2. Mankurtlaştırılacak kişilerin güçlü ve dayanıklı olanlardan seçilmesinin nedeni, bu kişilerin çöllerde günlerce acı çekerek kalmaları ve eğer dayanıksız olurlarsa bu acılara katlanamayıp ölüme kolayca teslim olacakları düşüncesidir.

3. Bu derinin devenin boyun kısmından seçilmesinin nedeni, devedeki en kalın derinin bu bölgede olmasıdır. Kalın deri seçmelerinin nedeni ise, derinin çölde kolayca parçalanmamasını sağlamaktır.

Etiketler:

Paylaş:

Bizi Takip Edin
Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit, sed do eiusmod tempor incididunt ut labore et dolore