Kalenderîlik ya da Kalender’îyye 10. yüzyılda İran’da, Horasan Melametiliği’nden kaynaklanan bir sufilik akımı olarak ortaya çıkan 12. yüzyılın sonunda Cemaleddin-i Savi adlı İranlı bir sufinin gayretiyle teşkilatlanarak Orta Doğu’da ve Orta Asya’da geniş taraftarlar toplayan bir tasavvuf akımıdır.
Tasavvuf tarihini derinlemesine araştıranlar fark etmişlerdir ki, bu zümrelerin içinde diğer zümrelerce dışlanan ve marjinal kabul edilen, tarikatlar veya o tarikatların temsilcileri olan şeyhler olmuştur. Mesela Hallac-ı Mansur, Muhyiddin Arabi ya da Şeyh Bedreddin…
Şurası bilinmelidir ki İslam, şer’i hükümlerce yaşanmalıdır. Bu hükümler ise zahiridir. Tüm Müslümanlara açıktır ve öğrenilmesi ve uygulaması kolaydır. Ancak, İslam’ın bir de batınî yönü vardır. Ancak bu yön, her insana anlatılmaz, öğretilmez ve yaşatılmaz. Çünkü bu her insanın kaldırabileceği, kabullenebileceği ve isteyeceği bir yön değildir.
Nitekim İslam otoritelerince en sağlam hadis kitabı sayılan Sahih-i Buhari’de Peygamber efendimiz’in ashabından olan Ebu Hureyre (r.a) şu rivayette bulunmuştur:
“Resûlullah’dan (asm) iki kap (dolusu) ilim öğrendim. Birisini yaydım; anlatıp herkese duyurdum, ikincisini söyleyecek olsam, şu boğazım kesilirdi.” (Buhârî, İlim, 42)
Kalenderilik’te tıpkı Safeviler gibi şeriattan ayrıldığı için, tarikatta da dalalete düşmüşler ve bazı haramlara meyil etmişlerdir. Bunun sonucunda da marjinal ve kabul görmeyen bir zümreye dönüşmüşlerdir. Hasan Sabbah’ın Haşhaşileri de bu şekilde yoldan çıkmışlardır. Aslında, İslam dünyası içinde böyle birçok zümre var. Zaten İslam dünyasındaki birçok sosyo-ekonomik bunalımın sebebi de bundandır. Ancak hakiki tarikat ve tasavvuf zümlerini tenzih etmekle birlikte, günümüzde Türkiye’de de Allah ile aldatan, adı tarikat olan bazı sapkın zümreler bulunmaktadır. Bunları ayırt edebilmek içinse, İslam’ı doğru kaynaklardan, doğru bir şekilde öğrenmek gereklidir. Gerekli açıklamalar sonucunda tekrardan asıl konumuz olan, Kalenderiler’e ve onların esrar kullanımına dönelim
Biz, Kalenderiler arasında haşhaş yeme ve esrar içmekle ilgili ilk haberlere şimdilik Ebu Müslim-i Horasani destanında rastlamaktayız. Bu destanda bahis konusu yapılan “esrar içen baltalı dervişler”in, yani Ahmed-i Zemci ve arkadaşlarının, Kalenderiler olduğunu tahmin ediyoruz.(3) Destan metnini Fransızcaya çevirip yayınlayan Irene Melikoff da yazdığı giriş kısmında ayın kanaatİ ileri sürmekte, Hind kenevirinin Hindistan’dan getirilip İran’da esrar çıkarmakta kullanıldığını kaydetmektedir.(4)
Böylece esrarın aşağı yukarı XII. yüzyılla XIII. yüzyıl arasında İran’daki Kalenderi zümreleri arasında yaygın bir biçimde tüketilmekte olduğu az çok belirmiş olmaktadır.
Fustatu’l-Adale ve Menakıbü’l-Arifin , XIII. yüzyılda Anadolu’daki Kalenderiler’de yaygın bir şekilde haşhaş yeme ve esrar içme adetinin mevcudiyetini haber vermektedirler. İbnü’l-Hatib, livata ve şarap içme kadar sebzek (afyon) yemenin de Kalenderilerin “hiç utanmadan” yaptıkları işlerden olduğunu belirtirken(5), Eflaki de dalaylı olarak bu işin yaygınlığını belgelendirmektedir.(6)
XV. yüzyıl başlarında ise Kaygusuz Abdal, Rum Abdalları arasında esrarın sıkça kullanıldığını gösteren manzumeler yazmıştır. Mesela bir şathiyesindeki;
Kaygusuz Abdal yaradan
Gel içegör şu cür’adan
Kaldır perdeyi aradan
Gezelim bilece Tanrı(7)
mısraları bunun bir ifadesi olduğu gibi,
Esrarı gördüm bugün binmiş gider bir ata
Şöyle kim derviş olmuş hergiz söylemez hata
Sufiler bunu yerer bittiği yeri sorar
Gazel olmadan derer hissesi var kuvvete
Sufi yemez haram der gizlice de görem der
Gelen yıl çok derem der ister birazın sata
Gel iy miskin Kaygusuz esrardan al öğütün
Bu aşıklar otudur yemez verme her Tat’a (8)
şeklindeki medhiyesinde de esrar kullandığım açıkça belirtir. Daha yukardaki kıt’ada geçen cür’adan kelimesi, Kalenderiler’in içine esrar koydukları kabın adı olup “yudumluk” anlamına gelir. (9)